İstanbul
Kapalı
19°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
36,6140 %0.06
39,9206 %0.1
3.463,94 % 0,36
83.190,57 %0.843
Ara

İmamoğlu Meydanlarda (Cumhurbaşkanlığı Hevesinde), İstanbul Yad Ellerde! ve Suriye’de Alevi Katliamı

YAYINLAMA:
İmamoğlu Meydanlarda (Cumhurbaşkanlığı Hevesinde), İstanbul Yad Ellerde!  ve Suriye’de Alevi Katliamı

keyveni

Henüz seçim tarihi bile belli olmamışken, hatta henüz CHP’nin ön seçim dediği göstermelik eğilim yoklaması bile yapılmamışken, İmamoğlu Anadolu yollarına düşmüş, mitingler yapıyor, esip gürlüyor. Saldırgan bir üslupla konuşuyor, ürkütücü söylemlerle dikkat çekiyor. Bütün cephaneliğini ortaya koyuyor sanki…

Bu sırada Türk halkına ne vadediyor? Bağırıyor ama 85 milyonun bir arada yaşayabilmesi için, refah içinde kalabilmesi için ne öneriyor? Ne sunuyor?…

Yirmi küsür yıldır duymaktan sıkıldığımız toplumu ötekileştiren, sindiren lider dilinden aşağı kalır yanı yok. İmamoğlu, bu tavrıyla son derece tehditkar, hatta korkutucu. İmamoğlu'nun dar kadrosu içinde bile, bu tavra karşı çıkanların olduğu ve bu karşı çıkışın bedeli olarak söz konusu kişilerin partideki etkinliklerinin azaltıldığı, gözden düşürüldükleri konuşuluyor. Bu durum, parti içindeki mevcut çatlağı daha da açığa çıkarıyor ve İmamoğlu'nun liderlik tarzının partideki birlik üzerindeki etkisini sorgulatıyor.

Bu tarz, bir nevi ikinci bir Erdoğan'ı çağrıştırıyor. İnsanlar, "Erdoğan'ın anlayacağı dilden konuşuyor" diyor ama ülke için bu tarzın tekrarı gerçekten gerekli mi?

***

Tabii bu arada İmamoğlu'nun bu sert ve kendinden emin çıkışı, hemen onun “bir proje” olmasına bağlanıyor birileri tarafından.

Türkiye'de politik figürler sıklıkla "kimin projesi" oldukları üzerinden değerlendirilir. Bu, özellikle derin devlet ve uluslararası güçlerin bu topraklarda siyaseti şekillendirme geçmişiyle ilişkilidir.

İmamoğlu, herhangi bir “gücün” projesi olarak değil, şartların, konjunktürün ve alternatif yoksunluğunun ürünü olarak öne çıkmış bir isimdir. Belli oranda halk desteği ve uluslararası alanda, “Erdoğan’a rakip olabilirliği”nden gelen bir itibar ile dikkat çeker.

Erdoğan şimdi İmamoğlu’nu, FETÖ’cülükle itham ediyor ve puan topluyor. İmamoğlu’nun bu konuda verdiği sert karşılıklar ise sadece Erdoğan'ın seçmenini konsolide etmesine yardımcı oluyor. Çünkü genel olarak CHP, muhafazakar seçmenin FETÖ meselesini bakış açısını ve iktidarın bunu nasıl kullandığını bir türlü çözememiş durumda.

CHP, FETÖ’yü ağzına aldığında muhafazakar, sağ seçmen bunu sadece CHP’nin “din düşmanlığı” üzerinden okur ve algılar. Erdoğan FETÖ dediğinde ise Gülen cemaatini, Erdoğan’ın kurmaya çalıştığı “yüce” bir rejime, “kıymetli” bir toplumsal düzene karşı gelen aykırı grup olarak görürler.  

İmamoğlu bu konuda saray rejiminin dilini kullanmaya başladığında yanlışa düşer. Bunun yerine FETÖ konusunda iktidara “FETÖ’yü siz yarattınız, kendi rejiminizi kurup korumak için yaptınız, aynı ekmeği yediniz ama sıra gücü paylaşmaya gelince, yapamadınız,” diyebilse tuzağa düşmemiş, kendi yolundan gitmiş olacak.

Gerçek liderlik, cesaret ve risk almayı gerektirir. İmamoğlu, bu konuda daha güçlü bir pozisyon almalı ve Erdoğan'ı stratejik bir zeminde yenebilmek için farklı, özgün bir dil ve yaklaşım geliştirmelidir.

Siyaset çoğu zaman bir liderlik meselesidir ve liderlik, karakter gerektirir. İnsanlar o karakter okumasını öyle ya da böyle yapar. İmamoğlu’nun, kendine özgü bir siyasi kimlik ve sağlam bir liderlik karakteri sergilemek yerine, genel kabul görmek adına popülist söylemlere başvurması, mavi boncuk dağıtması, uzun vadede hem CHP’nin, hem de kendisinin siyasi başarısını sınırlayacaktır.

İmamoğlu'nun siyasi mücadelesi, atletizmdeki "tavşan atlet" stratejisine benzetilebilir: Rakiplerinin rekor kırmasına yardımcı olmak için hızla koşan, yarış sonunda asla kazanan olamayan atletler gibi.

***

İmamoğlu'nun önünde birden fazla engel var; siyasi olarak yıpratılıyor, enerjisi tüketiliyor ve stratejik hamlelerle köşeye sıkıştırılıyor. Saray rejiminin önemli silahlarından biri olan yıpratma stratejisi, İmamoğlu'nun hırçınlaşmasına ve siyasi tansiyonun günbegün artmasına neden oluyor.

CHP’li belediyeler meselesi örneğin…  Gözaltılar ve yolsuzluk iddiaları son hız devam ediyor. Parti yönetimi ve İmamoğlu da yüksek perdeden savunmada kalıyor.

Kılıçdaroğlu'nun genel başkanlığı döneminde de bu tür vakalar, suçlamalar yaşanıyordu fakat Kılıçdaroğlu böylesi durumlarla karşılaştığında adaletin yerini bulması gerektiğini savunarak, suçlamaların yargıya taşınmasını destekliyor ve gerekli görüldüğünde partiden ihraç gibi ciddi disiplin işlemlerini uygulamaktan çekinmiyordu.

CHP’nin yeni yönetiminin ise her seferinde hiddetli bir savunma pozisyonuna geçmesi, belediye kapılarında direniş göstermeleri, bazı çevrelerce suçluluk psikolojisi olarak yorumlanıyor…

Beykoz’da, Beşiktaş’ta, Kartal’da, Ataşehir’de, Şişli’de, Esenyurt’ta CHP'li belediye yöneticileri ve muhalefet üyeleri tarafından yapıldığı iddia edilen yolsuzluk ve usulsüzlükler, partinin imajını derinden sarsıyor. Ayrıca bu tür iddialar AKP'li isimlerden değil, bizzat oralardaki başkan yardımcılarından, danışmanlardan veyahut da partililerden geliyor.

Bu süreç, CHP'nin kendi ilkeleri ve tarihiyle çelişen bir durum yaratıyor, akçeli, kirli işler CHP iklimine, rehasına, dokusuna hiç mi hiç yakışmıyor… Parti tabanında büyük rahatsızlık yaratıyor.

İktidarın belediyeleri “silkeleme” operasyonları devam ediyor. Zaten süreç en başından bu şekilde kurgulanmış gibi görünüyor. Alan adım adım “temizleniyor”, İmamoğlu’nun etrafı boşaltılıyor ve kaldırım taşları İBB’ye doğru döşeniyor. İmamoğlu dört bir koldan sarılmış durumda. Son trajik altın vuruş bekleniyor…

İmamoğlu siyasi yasakla karşı karşıya kalabilir. Ayrıca diploması iptal edilirse de cumhurbaşkanlığı adaylığı suya düşer.

***

CHP'nin 1.6-1.7 milyon üyesi olmasına rağmen, bu kitlenin örgütlü bir yapıda olmadığı açık. İmamoğlu'nun tek başına Erdoğan'ın karşısında esip gürlemesi, parti dinamikleri açısından yeterince desteklenmiş bir strateji olarak görülmüyor.

Siyaset, sadece liderlerden ibaret değildir; örgütlenme, program ve kadro gibi unsurlarla da desteklenmelidir ve örgüt de liderini sahiplenmelidir. CHP'nin bu kapsamlı ve örgütlü yapıyı harekete geçirmesi önemli ancak, parti yönetiminin örgütlü bir kitleyi harekete geçirebilme ve bu kitlenin enerjisini siyasi başarıya dönüştürebilme kabiliyeti pek yok.

Özgür Özel ve ekibi, 23 Mart’ta, Ekrem İmamoğlu hanesine yüzde 50’nin üzerinde oy yazdırabilmek adına tertipledikleri ön seçim tiyatrosu için seferberlik ilan etmiş durumdalar. Karşısında yarışacağı bir aday bile olmayan İmamoğlu için, referandum yapar gibi, parti üyelerinin en az yüzde 51’inin oyunu almaya kitlenmişler. Ön seçimi, kendi lehlerine sonuçlanacak bir çadır tiyatrosu gibi yönetmeyi planlıyorlar. Oylama, oy sayımı, denetleme süreçlerinin tamamını zaten kendileri yürütecek. Bir tür kendin çal, kendin söyle durumu…

PEKİ İSTANBUL?

İstanbul, sorunlar içinde yüzerken İmamoğlu kendini cumhurbaşkanlığı yarışına atıyor. Peki seçimlere daha 3 yıl varken İstanbul kime emanet ediliyor?

İmamoğlu’nun mitinglerdeki saldırgan tutumu ve mağduriyet vurgusu, aslında kentin yönetimi ile ilgili başarısızlıklarını örtbas etme çabası olarak da okunuyor.

İstanbul’un altyapı ihtiyaçları…. Yürümeyen metro merdivenleri…

Kapımızın önündeki olası istanbul deprem tehdidi… imar adaletsizlikleri… İmamoğlu’nun personeli haline getirilen CHP örgütleri… (personelliği kabul etmeyen bir avuç CHP teşkilatları ise cesaretlerinden ve dik duruşlarından dolayı kutlanmayı hak ediyor)

40 liraya yemek satılan kent lokantaları tüm bu sorunların varlığını ortadan kaldırmaya yetmiyor ne yazık ki. Önceki AKP’li belediye İstanbul’da yaklaşık 2 milyon kişiye karşılıksız yemek dağıtıyordu. O gitti, yerine kent lokantaları mı geldi… Hak etmediği kadar köpürtülen kent lokantaları… Gerçekten hak eden kent yoksullarına bedelsiz vermek duruken üstelik… Emekliler, öğrenciler duruken… Böylesi yalnızca gösteriş oluyor işte…

Kent lokantalarıyla ilgili Ticaret Bakanlığı'nın soruşturma açması, aslında İmamoğlu'nun siyasi imajını güçlendiriyor. İmamoğlu, bu tür davalara ve soruşturmalara maruz kaldıkça, kamuoyu nezdindeki mağduriyet algısı da güçleniyor ve bu da onun popülerliğini artırıyor.

Tüm bu soruşturmalarda, davalarda başvurulan yollar, yalancı şahitler, gizli tanıklar da… Şeffaflık ve adalet konusunda soru işaretleri yaratıyor, halkın vicdanında olumsuz bir izlenim bırakıyor. İmamoğlu'na olan desteği artırmaya yarıyor.

Ayrıca, AKP'li belediyelerle karşılaştırıldığında, İmamoğlu ve CHP’li belediyelerin yönetimine yönelik eleştiriler en iyi, "tencere dibin kara, seninki benden kara" şeklinde bir mukayeseyle özetlenebilir. Al birini vur ötekine…

***

AKP döneminde çakılan çiviler, önemli altyapı projeleri ve yatırımlar, hizmetler… Tüm bunların yanı sıra, yolsuzluklar, adaletsizlikler, kötü ekonomi politikaları ve nihayet yüksek enflasyon ve hayat pahalılığı gibi kaçınılmaz neticeler…

AKP'li seçmende de derin bir hayal kırıklığı var. Emeklide, öğrencide, çiftçide, üreticide… Herkes daha iyi bir alternatif bulamamaktan şikayetçi.

Bu durum, mevcut yönetimden memnun olmayan fakat muhalefet liderlerini de yeterince ikna edici bulmayan seçmenlerin kararsızlığını ortaya koyuyor…

***

Neticede İmamoğlu'nun yönetiminde İstanbul, beklenen parlak dönüşümleri yaşamadı. "Her şey çok güzel olacak” sözü, sloganda kaldı. Şehrin karmaşık sorunları henüz çözülemedi, hatta çözülme girişimine bile henüz başlanmadı. Bu sorunlar, bir cumhurbaşkanlığı ve partinin tamamını ele geçirme sevdası, sağa sola laf yetiştirme arzusu uğruna yok sayılıyor, erteleniyor, bunlara zaman ayrılamıyor. 

İstanbul, Türkiye demektir halbuki; her köşesinden insanın buluştuğu, iç içe geçmiş kültürel ve sosyal dokularıyla bir mozaiktir. Burada sağlanacak başarı, sadece şehri değil, ülkenin dört bir yanındaki insanı etkiler. Anadolu’daki insan İstanbul’da yaşamıyor olsa bile, oğlu, kızı, akrabası için, bazen de gelecek hayalleri için kendini istanbullu yerine koyar. O yüzden Türkiye’yi kazanmak İstanbul’u kazanmaktan geçer.

Yıllar öncesinden Cumhurbaşkanlığının dikenli yollarına düşmek yerine İmamoğlu, öncelikle İstanbul'u ihya etmeli, Anadolu'dan İstanbul'a uzanan bağları güçlendirerek halkın güvenini kazanmalı. Önce İstanbul'da gözle görülür iyileştirmeler yapsın, halkı memnun etsin, sonra eğer gelecekse zaten siyasi başarılar kendiliğinden gelir. Gerçi, öfkesi ve hırsı genellikle aklının önüne geçiyor gibi görünüyor. Entelektüel birikimden uzak, sınırlı kelime dağarcığı ve felsefi düşünce eksikliği ile sık sık eleştirilen İmamoğlu, zamanını yönetme konusunda zorlanmış ve bu süreçte birçok fırsatı kaçırmış durumda. Şu anda çevresi stratejik olarak daraltılmış, iktidar onu çözmüş ve ona karşı özel stratejiler geliştirmiş, bu da İmamoğlu'nun ileriye dönük manevra alanını ciddi şekilde sınırlıyor. Bu durum, onun siyasi geleceği için oldukça zorlayıcı bir tablo çiziyor.

O halde zaman, İmamoğlu için değil, İstanbul için işlemeli; çünkü şehrin gerçek ihtiyaçlarına yanıt vermek, yüksek uçan siyasi hedeflerin çekiciliğine, hırsa, öfkeye kapılmaktan daha somut ve acil bir öncelik olmalıdır. Siyasi hedefler elbette değerlidir ancak ulaşılması güç hayaller peşinde koşarken mevcut sorumlulukları göz ardı etmek, eldeki değerleri kaybetme riskini kaçınılmaz kılar.

Daldaki kuşu eldeki kuşa tercih etmek, tarihi bir siyasi bir ahmaklık olacaktır…

SURİYE’de ALEVİ KATLİAMI; GÖZ ARDI EDİLEN KAN VE GÖZYAŞI VE DİĞER YAŞANANLAR

Suriye’de Hayat Tahrir el-Şam (HTŞ) liderliğindeki yeni rejimin, "hoşgörü" ve "eşitlik" vaatlerinin ardındaki karanlığın açığa çıkması uzun sürmedi.

HTŞ’nin, Suriye yönetimini ele geçirdikten sonra farklı inanç ve etnik kökene sahip insanların barış içinde yaşayacakları ve insan haklarına saygı duyulacağı yönünde verdikleri mesajlara inanan ve silah bırakma çağrısına uyan ilk ve belki de tek grup Nusayriler olmuştu. Kürtler silahlarını teslim etmiş miydi? Hayır. Dürzüler teslim etmiş miydi? Hayır… Nusayriler etti ve bu da onlarla ilgili en trajik ironiyi teşkil ediyor…

Söz konusu teslimiyetin ardından Suriye’de mezhepçi şiddet tekrar alevlendi; Lazkiye ve çevresindeki Alevi yerleşim yerleri yağmalandı, kadın, çocuk demeden insanlar katledildi. HTŞ’nin ulusal güvenlik gücü olarak adlandırdığı cihatçı tayfalar, temelinde ürkütücü bir mezhepçiliğin yattığı bu şiddeti (8 Aralık’tan beri) soğukkanlılıkla yürüttü, yürütüyor. 

Son günlerde ise olayların boyutu değişti. Artık insanları öldürüp cesetlerini yol kenarlarına atıyorlar. Ardı ardına gelen infaz görüntüleri kan donduruyor…

Öyle ki; Esad karşıtı muhaliflerin kurduğu Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’ne göre bile; sadece geçen hafta Perşembe-Cuma günleri düzenlenen saldırılarda yüzlerce Alevi sivil HTŞ güçleri tarafından katledildi… Bugün bu rakamın iki bine dayandığı söyleniyor…

Bölgedeki şiddetin sadece Alevilere değil, aynı zamanda Hristiyanlara da yönelmesi, yeni yönetim zihniyetinin, etnik ve dini azınlıklara karşı beslediği genel düşmanlık helinin göstergesi. 

HTŞ’nin Suriye'de "Esad rejimi artıklarını temizleme" kılıfıyla yürüttüğü operasyonlar ve devamında işlenen suçlar, aslında katliam ve zulmün yeni adresi; şiddeti tetikliyor, körüklüyor ve toplu katliamlara yol açıyor. HTŞ güçlerinin, keyfi infazlar ve işkencelerle dolu bu süreci, sadece geçmişle hesaplaşmak olarak sunması, inandırıcılıktan uzak. 8 Aralık'tan itibaren yaşananlar, anlatılanlar, ortaya çıkan görüntüler, bu zulmün sadece askeri veya siyasi bir temizlik olmadığını, aynı zamanda ve esas olarak derin mezhepsel nefret ve ayrımcılığı, ve yoğun bir “intikam” duygusunu barındırdığını gösteriyor.

Bugün orada 2 bine yakın Nusayri, katledilmiş…

Kim bu “rejim kalıntısı” olarak etiketlenen insanlar? Elinde silah olmayan, korumasız, güvencesiz kadınlar, çocuklar mı rejim kalıntısı? Bu insanları rejim kalıntısı olarak yaftalamak, Esad ailesi ve onun bakiyesiyle tüm bir mezhebi veya topluluğu sorumlu tutmak, adaletsiz bir genelleme yapmaktan, gözü kara bir öc alma oyunu oynamaktan ötesi değildir.

Yönetimin, Alevi toplumunu hedef alarak işlediği vahşetler, 8 Aralık’tan bu yana işlenen yargısız infaz, işkence, darp aşağılama, tehdit, baskı türünden insanlık suçları, Alevi grupları da kendilerini savunmak zorunda bırakıyor. Halk, hayatta kalmak ve kendi güvenliğini sağlama almak amacıyla yer yer direnişe geçiyor. Böylece bölgedeki tansiyon tehlikeli bir şekilde artıyor.

HTŞ'nin bu vahşeti uluslararası toplum tarafından "münferit olaylar" olarak nitelendirilse de, bu durumun Suriye'deki Alevi soykırımının ayak sesleri olduğu açık. Lazkiye'deki Rus hava üssüne sığınan Aleviler, hayatta kalmak için son çare olarak dağlara kaçmakta veya uluslararası güçlerden yardım ummaktadır; İsrail’den bile… (Samandağ'da Alevi şeyhi Selim Narlı, Suriye'deki Alevilerin ya Türkiye'den ya da İsrail'den himaye istediklerini belirtmiştir). Suriye'yi bölmek isteyen, ülkenin savunma sistemini mahveden, PKK’yı destekleyen İsrail’den… Bir başka deyişle Suriye’deki Nusayriler kendi cellatlarından medet umar hale gelmişlerdir.

Bu barbarca eylemler, insanlık onuruna, barışa ve kardeşliğe yönelik işlenmiş ağır suçlar olarak tarihe geçecek. Savaşın kaosu ve çatışmanın karanlığı altında, inanç gruplarının hedef alınması, insanlık vicdanında kabul edilemez bir lekedir.

***

Cumhurbaşkanı ise Suriye yeni yönetiminin “rejim kalıntısı” söylemini tekrar ediyor. Dışişleri Bakanlığı’mız, Suriye'de güvenlik ve istikrarın sağlanmasına yönelik "yoğun gayret" vurgusu yaparken, Lazkiye ve çevresindeki gerilimlere dikkat çekiyor. Ancak, bu açıklamalarda özellikle Alevilerin maruz kaldığı şiddet olaylarına doğrudan değinilmiyor ve güvenlik güçlerinin hedef alındığı belirtiliyor. Yaşanan katliamlar "kışkırtma" olarak nitelendiriliyor…

Türkiye'nin Suriye yönetimiyle olan ilişkilerini koruma eğiliminde olduğu açık. Halbuki Türkiye, Suriye’deki etnik ve mezhepsel çatışmalar karşısında daha kapsayıcı ve duyarlı bir tutum sergilese, belki de bölgesel barış ve istikrarın sağlanmasına gerçek bir katkıda bulunabilir…

Bu açık mezhepçiliğe, bu ayak sesleri gümbür gümbür duyulan soykırım hamlelerine seyirci kalmayarak tarihin doğru tarafında durabilir…

SDG-HTŞ ANLAŞMA

Bu arada eş-Şara ile Suriye Demokratik Güçleri (SDG) komutanı Mazlum Kobani arasında imzalanan anlaşma, Suriye'nin doğu ve kuzeydoğu vilayetlerini kontrol altında tutan Kürt liderliğindeki SDG’nin, sivil ve askeri kurumları da dahil olmak üzere, ülkenin tüm kurumlarına entegre edilmesini sağlıyor. Yapılan anlaşma kapsamında Suriye'nin toprak bütünlüğü vurgulanıyor.

Mazlum Kobani, SDG'nin komutanı olarak anlaşmayı imzalayan isim, Abdullah Öcalan'ın manevi oğlu olarak da biliniyor. Dolayısıyla Öcalan'dan alınan yönergelerin de bu anlaşma sürecine dahil olduğu düşünülüyor…

Anlaşma metninin Amerikan metni olduğu yönündeki görüşler ise oldukça güçlü. Özellikle de Amerikan komutanlarının, anlaşmadan birkaç gün önce hem SDG liderleri hem de HTŞ lideri Golani ile görüşmeler yapmış olması, bu anlaşmanın Amerika’nın talebi doğrultusunda şekillendiğini ortaya koyuyor.

Bugün Suriye’nin bu hale gelmesinin baş mimarları Amerika ve İsrail iken, yine Amerika, HTŞ ve SDG’yi neden aynı masaya oturtuyor peki?

Anlaşma, Amerika'nın bölgesel politikalarının bir yansıması olarak okunabilir. ABD, Suriye'den stratejik bir çekilme planlamaktayken, bölgede istikrar sağlamayı ve özellikle Kuzey Suriye'deki Kürt müttefiklerine güvence vermeyi amaçlıyor olabilir. Bu bağlamda, SDG ile HTŞ arasındaki anlaşma, Amerika'nın bu çekilme sürecini yönetme stratejisinin bir parçası olarak değerlendirilebilir. ABD'nin, Kuzey Suriye'yi hem otonom hem de güçlü bir yerel yönetim olarak konumlandırma çabası, bölgesel güç dengelerini ve Amerika'nın uzun vadeli çıkarlarını destekleme amacını taşıyor.

İmzalanan anlaşmada, Kürt toplumunun, Suriye’nin ayrılmaz bir parçası olarak tanınması ve anayasal haklarının garanti altına alınması vurgulanmakla birlikte, bu hakların ne olduğu açıkça belirtilmemiş. Ayrıca öyle görülüyor ki Suriye’de beş altı farklı etnik grup yaşıyor olmasına rağmen Yeni Suriye devleti iki etnik grubu muhatap alıyor. Türkmenlerin, Nusayrilerin, Hıristiyanların ve diğer etnik köken temsilcilerinin dahil edilmediği bu anlaşma ülkeye gerçek barışı getirebilir mi? Zor…

Anlaşma, özellikle petrol ve doğalgaz yatakları gibi stratejik kaynakların yönetimi konusunda “işbirliğini” hedefliyor. Bir başka deyişle, stratejik petrol sahaları ve sınır kapıları HTŞ’ye mi teslim ediliyor? Özetle Suriye’nin, emperyalist güçler tarafından daha fazla sömürülme riski artıyor?

Yapılan bu anlaşma ile YPG-SDG Suriye devletinin kurucu unsuru olarak tanınıyor. Aslında bu şekilde, PKK/PYD her türlü güvenceye sahip hale geliyor. ABD tarafından ve ABD desteğiyle 10 yıldır eğitilen PKK/PYD, Suriye’nin en önemli askeri gücü haline getiriliyor. Bu unsurlar Suriye egemenliğine ortak ettiriliyor. PKK/PYD meşruiyet kazanırken Suriye’de kazanan taraf bir kez daha ABD ve İsrail oluyor…

Bu anlaşmanın, Türkiye için, Kuzey Suriye'deki güvenlik algısı ve bölgesel istikrar açısından kısa vadede olumlu yansımaları olabilir gibi görünse de büyük resimde ve uzun vadede karşı karşıya kalacağı güvenlik ve siyasi maliyetler artacaktır. Zira anlaşma, Türkiye'nin Suriye'deki etkinliğini dolaylı yoldan sınırlıyor gibi görünüyor. SDG, PYD ve YPG gibi gruplarla yapılan bu türden bir anlaşma, Türkiye'nin bu gruplara karşı olan manevra kabiliyetini azaltabilir. Bu durum, Türkiye'nin bölgedeki etkisinin azalması anlamına gelebilir ve stratejik açıdan Türkiye'yi zor bir pozisyona sokabilir. Böylece, Türkiye, Kuzey Suriye'deki bu gruplar üzerinde doğrudan bir etki uygulama şansını kaybedebilir. Zaten anlaşmayla amaçlananlardan biri de belki de Türkiye’yi bölgede daha etkisiz hale getirmek, dışarıya sürmektir…

Yapılan bu anlaşma, mutlak değildir elbette; bölgede daha çok sular akar… Anlaşma, Suriye'deki çatışma dinamiklerine yeni bir boyut getirse de, mutlak bir çözüm olmadığı açık. Önümüzdeki dönemde, anlaşmanın uygulanması ve bölgesel etkileri daha net bir şekilde gözlemlenecektir.

Suriye'nin istikrar kazanması ve bütüncül bir yapıya kavuşması, Türkiye için orta vadede olumlu sonuçlar doğurur doğurmasına. Ancak, İsrail ve ABD son tahlilde güçlü bir Suriye’yi değil, parçalanmış bir Suriye'yi tercih edecektir.

Zaten anlaşmanın imzalandığı sırada, Lazkiye’de Alevilere karşı şiddet eylemleri de devam ediyordu… Zaten bu gerçek, anlaşmanın sağlamlığını, kapsayıcılığını ve samimiyetini sorgulamak için tek başına bile yeterlidir…

ORTA DOĞU BÜYÜK RESİM

Suriye’nin yeniden inşa edilmesi için bilge ve akılcı bir yönetime duyulan ihtiyaç ortada. Ancak, geçmişin radikal unsurlarından oluşan toplama örgütlerle bu ihtiyacı karşılamak gerçekçi görünmüyor…

Çoğunluğu Afganistan, Özbekistan, Çeçenistan, Uygur ve Cezayir kökenli militanlardan oluşan silahlı gruplar, akıl sağlığından yoksun radikal unsurlar Suriye’de faaliyet gösteriyor. Özellikle, bu grupların, Esad yanlısı oldukları gerekçesiyle Nusayri köylerine yönelik saldırıları, masum insanlara, kadınlara, çocuklara yönelik vahşi katliamları, insanların canına, malına, ırzına, namusuna göz dikmeleri, Alevileri beytülmal olarak görmeleri, tüm bu hayasız ve insanlıktan nasibini almamış vahşi davranışları kabul edilemez.

Bu yapıların, İslamcılık adına yaşam biçimi inşa etme iddiasıyla, aslında İslam'ın temel prensipleri olan barış ve adaletten çıkıp, zihinlerindeki hastalıklı düşünceleri tüm ülkeye dayatmaları, büyük bir tehlike arz ediyor.

Bölge ülkelerinin ve büyük güçlerin varlığı ise durumu daha da karmaşıklaştırıyor. İsrail, İran, Rusya, Amerika gibi ülkelerin yanı sıra İngiltere, Avrupa Birliği ve Fransa gibi aktörler, bir yandan Suriye'nin toprak bütünlüğünden bahsederken, diğer yandan Suriye'nin nasıl bölüşüleceği üzerinde çeşitli hesaplar yapıyor. Bu durum, uluslararası toplumun Suriye konusundaki ikiyüzlü tutumunu ve bölgedeki gerçek politik amaçları gözler önüne seriyor.

ORTA DOĞUDAN DOĞRU TÜRKİYE ANALİZİ

Bugün Lazkiye’de, Hama’da, Humus’ta yaşananlara bakarken tarihimizdeki karanlık sayfaları, Sivas’ı, Maraş’ı, Çorum’u hatırlamamak mümkün değil.

Yatıp kalkıp Atatürk’e dua edelim.

Bu olaylar, Orta Doğu coğrafyasını, o derin mezhebi, etnik fay hatlarını bilen Atatürk ve onun kadrolarının kurduğu, etnisite ya da mezhep ayrımına dayanmayan, laik ve kapsayıcı Cumhuriyet’in, mezhepsel ve etnik temelli çatışmaları engelleme amacını hatırlatıyor. Atatürk'ün vizyonu, bu tür olayların önüne geçmek ve toplumsal barışı sağlamak içindi. Tarih boyunca, bu hedef zaman zaman ıskalanmış olabilir. Ancak yine de Cumhuriyet temelleri, bu tür çatışmaların üstesinden gelme konusunda çok etkili ve eşsiz bir kalkan olmuştur.

Türkiye, özellikle Atatürk'ün mirası sayesinde, bölge ülkeleri arasında bir istikrar unsuru olmuş ve mezhepsel çatışmalara karşı ilham ve umut verici bir duruş sergilemiştir. Yine de yaşanan kötü tecrübeler, bu mirasın sadece bir idealden ibaret olmadığını, pratikte sürekli bir mücadele ve çaba gerektirdiğini gösteriyor…

Zaten özellikle son yirmi küsür yıldır coğrafyada yaşanan tüm olumsuzluklara, karışıklıklara, kalbura çevrilen ülke sınırlarına, aşındırılan devlet kurumlarına, zedelenen laiklik temellerine rağmen, bölgede dimdik ayakta durabiliyor olması, en çok dayandığı sağlam Cumhuriyet temelleri sayesindedir.

Bu, ülkenin bölgedeki kaosun ortasında bir umut meşalesi olarak parlamasını sağlayan inkar edilemez bir mirastır. Doğru ellerde takip edildiği sürece(!) Atatürk’ün vizyonu, zamanın sınavından geçerek Türkiye'yi sadece bugün değil, gelecekte de bölgenin yıldızı olarak konumlandırmaya muktedirdir!

 

Sadık ÇELİK

[email protected]