İstanbul
Rain and snow
5°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
35,8966 %-0.03
37,3541 %-0.25
98.626,28 %0.738
3.299,58 -0,15
Ara

Boşvermişlik Yangınları: Teğmenlerin İhracından Otel Trajedisine Bir Toplumsal Duyarsızlığın Anatomisi ve CHP’de Ön Seçim Aceleciliği ile Alternatif Bir Cumhurbaşkanı Adayı Belirleme Önerisi

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
Boşvermişlik Yangınları: Teğmenlerin İhracından Otel Trajedisine Bir Toplumsal Duyarsızlığın Anatomisi ve CHP’de Ön Seçim Aceleciliği ile Alternatif Bir Cumhurbaşkanı Adayı Belirleme Önerisi

Boşvermişlik hali, aslında bireysel düzeyde başlayan ve zamanla çevresine de yayılan bir tutum olarak karşımıza çıkıyor. Kişinin kendi yaşamına karşı aldırmaz tutumu, önce kendisiyle olan ilişkisine, sonra ailesi ve çevresiyle olan ilişkilerine sirayet ediyor. İnsanlar, hayatlarının kontrolünü ele almak yerine, sorumluluklarından kaçmayı tercih ettikçe, bu durum pejmürde bir yaşam anlayışına ve sorumsuz davranış kalıplarına dönüşüyor. Aile içinde ve bireysel hayatta görev ve sorumlulukların yerine getirilmemesi bu boşvermişlik halinin en belirgin göstergeleri arasında yer alıyor.

Bu süreç, yalnızca günlük rutinleri değil, bireyin yaşam kalitesini ve ilişkilerinin derinliğini de olumsuz etkiliyor. Aldırmazlıkla harmanlanmış bu türden bir yaşam tarzı, kişinin kendine ve çevresine olan saygısını azaltıyor, bu da bireyin sosyal ve duygusal bağlarının zayıflamasına yol açıyor.

Bu hastalıklı sessizliğin, boşvermişliğin arka planında, siyasi ve ekonomik baskıların yanı sıra, bir o kadar da psikolojik baskının derin izleri yatıyor. Toplumsal sindirilmişlik, bu baskıların ve kaygının en somut yansıması olarak karşımıza çıkıyor ve kişisel ifade özgürlüğünü yutuyor...

Düşüncesini özgürce ifade etmek, hak olmaktan tehlikeli bir “lüks” olmaya evrilmiş durumda. “Ağzımdan çıkanlara dikkat etmeliyim” kaygısı, yaşadığımız topluma dair yapmak istediğimiz her yorumu, dile getirmek istediğimiz her hissi gölgeliyor.

Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran, Türkiye Cumhuriyeti ordularının başkomutanı olan Mustafa Kemal’in askerleri olduklarını haykıran 5 teğmen, 1 albay, 1 yarbay ve 1 binbaşının, neredeyse darbeci ilan edilmek suretiyle skandal bir şekilde ordudan atılması ve bu “kindar” kararı kabul eden, onaylayan, hayata geçiren, elle tutulur bir tepki vermeyen herkesteki o dehşet verici boyun eğmişlik, boşvermişlik hali…

Siyasi çekişmelerle iç içe geçen, hiç gereği yokken iktidarıyla muhelefetiyle siyasallaştırılan disiplin süreci, siyasi hesaplaşmalara alet edilen, ideolojilere maşa olan adaletten uzak kararlar…

Dünyanın en zorlu eğitimlerinden başarıyla geçen, özellikle 15 Temmuz sonrası, askeri okullara en geniş eleklerden düşmeyerek girebilmiş, vatan savunması için, ulusal güvenlik için, bir karış vatan toprağını korumak uğruna düşünmeden canını ortaya koymaya hazır, bayrağın, milletin, toprağın ve Atatürk Cumhuriyeti’nin teminatı, ordunun beyni, “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesini savunarak, barışın ve istikrarın muhafızı olan, bağımsızlıkçı, aydınlanmacı ruhlarıyla geçmişten bugüne bu vatanın ışığı olan bu genç komutanların ihraç kararı, onların ve ailelerinin içine düşürüldüğü, emekli maaşından bile mahrum bırakan bu aşağılayıcı durum, kimin içine siniyor olabilir… Onları bu şekilde kenara itmek, bir kalemde silmek vatan sevdasıyla yanıp tutuşan yüreklere sığıyor mu?

Anadolu toprakları dün olduğu gibi bugün de emperyalizmin kuşatması altındadır. Tam da bu nedenle bu bölgede güçlü bir orduya sahip olmak ihtiyaçtan öte bir zarurettir. Genç ve başarılı teğmenleri, o kutsal ocağın mensuplarını gücendirmemek lazım. Orası, Mustafa Kemal’in ocağıdır… Onun askeri olmayıp da kimin askeri olacaklar?

Atatürk bizim kurucumuzdur, ulu önderimiz, ebedi başkomutanımımzdır. Her yıl kara harp okulu açılış töreninde yapılan geleneksel yoklamada, Mustafa Kemal’in öğrencilik numarası olan 1283 okunurken tüm Harbiyeliler hep bir ağızdan “içimizde” derler, kalbimizde…

Anlaşılan o ki, Atatürk sevgisinin sadece içimizde kalması isteniyor, olabildiğince derinlerde, ortaya çıkamayacak, unutulacak kadar aşağılarda bir yerde. Ona da boşverelim istiyorlar…

Diğer yandan, bu olay, ülkenin kurucu değerleriyle olan bağını sorgulatan bir ayna görevi görüyor. Öyle ki Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet değerlerine bağlılık neredeyse suç sayılır hale geldi… İnanılır gibi değil ama toplum buna hem inanır, hem de kabullenir durumda. Yükselmesi gereken kitlesel seslerin yerini derin, boğucu ve kulak tırmalayıcı bir sessizlik almış…

Bu, toplumsal boşvermişliğin en tehlikeli yüzü olabilir: Toplumsal, ortak değerlerden vazgeçmek, tarihi unutmak ve geleceği ipotek altına almak...

***

Gazetecilerin, televizyon programcılarının, hatta oyuncuların, hatta menajerlerin, tarihin herhangi bir noktasında, herhangi bir biçimde iktidara muhalif bir duruş sergiledikleri ve tükürdüklerini yalamadıkları için göz altına alınabilirlikleri... Ve bunun normalleşmesi, artık kimseyi şaşırtmaması, hatta önemsenmemesi... İşte toplumsal yorgunluğun, bıkkınlığın, tükenmişliğin göstergesi…

Her geçen gün biraz daha sıradanlaşan bu psikolojik şiddet ortamı, toplumsal kaygıyı ve tedirginliği besliyor. Toplumu derin bir güvensizliğe sürüklüyor. İşte bu güvensizlikten sıyrılmak için de insanlar boşvermişliğe sığınıyor.

Güvensizlik, sosyal katmanlar arasındaki ilişkileri derinden zedelerken, giderek artan ayrışma samimiyeti de tehdit etmeye başlıyor. Artan kutuplaşma, insanları yarınından emin olamayan bir topluluk haline getiriyor. Tüm bu ayrışmadan fayda sağlayan birilerinin olduğu gerçeği ise bir o kadar ürkütücü.

Ortak anlayışın erimesi, toplumun birlik ve bütünlük duygusunun da sönümlenmesine yol açar. İncelen sosyal bağlar, duyarlılığı azaltır, toplumu daha da yalnızlaştırır. İşte boşvermişliğe çıkan bir tali yol daha…

İlgisizleşen toplumlarda bireyler, doğruyu yanlıştan ayırt etme yetisini kaybettikçe, her türlü dayatmaya daha açık hale gelir. Boşvermişlikten beslenen tembellik, sorgulama yetisini köreltir, bireyler pasifize edilir. Manipülasyon kolaylaşır, baskıcı rejimlerin mimarları için verimli bir alan açılmış olur.

Doğru olsa da, olmasa da her söyleneni onaylama, duyarsızlık rüzgarıyla eritme eğilimi tüm dengeleri boşa çıkarır. Birileri boşverdikçe, ilgilenmedikçe “neme lazım, bana ne, bana dokunmayan yılan bin yaşasın” dedikçe siyaset de başkalarına kalır… O başkaları oturdukları koltuklara yapıştıkça yapışır. Boşverenler, “bana ne!” diyenler ise “kararsız seçmen” sınıfına eklendikçe eklenir.

Her gün yine ve yeniden gündem, evlere ateş, yüreklere kor düşüren haberlerle dolup taşar, trajediler zinciri boğazımızı sıkarken, bir felaket bitmeden ötekisi başlarken işlemeyen, çürümüş, kokuşmuş sisteme aklıyla, vicdanıyla, duyarlılığıyla denge getirmesi gereken yurttaş tepkilerinden eser olmaması bundan…

Örneğin, alınması gereken hiçbir güvenlik önlemi alınmadan yıllarca faaliyet gösteren bir otelde yaşanan yangın faciası, ihmaller zincirinin trajik bir neticesi olarak 36’sı çocuk, 78 masum insanın hayatını kaybetmesine neden oluyor.

Belki iki damla gözyaşı döküyor, belki kısa bir süre yas tutuyoruz ama sonra sessizce yerimize oturuyoruz. Sorgulamaktan kaçınıyor, hızla unutmaya çalışıyoruz. Bizi yönetsinler, can güvenliğimizi sağlasınlar diye oy verdiğimiz yöneticilerden hesap sormamız gerekirken… Sorumlular arasında top çevirilirken, günler geçiyor ve hayat, her zamanki absürd normalliğine dönüyor.

Toplum olarak nasıl duyarsızlaştığımızın, nasıl pasifize edildiğimizin acı bir göstergesi. Toplumsal sorumluluklarımızı ihmal etmek, felaketler karşısında geçici yaslar tutup sonra günlük rutinimize geri dönmek, bizi daha da bölünmüş, yönlendirilmeye açık, kolektif bir uyanış ve aktif sorgulamadan uzak bir konumda kaskatı bırakıyor.

Halbuki “Kötülüğe karşı ilgisizlik, kötülükten daha sinsi bir haldir. Toplumda kötülüğün kabul edilebilir hale gelmesine sessiz bir onay sağlar.”

Sağlıklı toplumlar, duyarlı, umutlu, güvenli ve sorgulayan bireylerle inşa edilir. Toplumdaki "boşver" anlayışı, umutsuzluğun, duyarsızlığın ve mutsuzluğun bir göstergesi olarak, sağlıklı toplum yapısının çöküşüne işaret eder.

Bir zamanlar bilgeliğin ana yurdu olan bu coğrafyada bilimin temel taşı olan şüphecilik ve sorgulama öldürülen akıl ile birlikte yok olup gider. Aklın ve duyarlılığın olmadığı yerde ahlak durur mu, o da ölür ve toplum bölünmeye yüz tutar.

“Aklı öldürürsen ahlak da ölür.

Akıl ve ahlak öldüğünde millet bölünür.”

****

Silahla, bıçakla, kılıçla, testereyle kesilerek, yakılarak, gökdelenlerden atılarak, boğularak, tecavüz edilerek, her gün biraz daha vahşice öldürüldük; sustuk…

Narin cinayeti ile aklımızı yitirdik, Sıla bebek ile sinir uçlarımızı biledik… Sustuk.

(Oyun alanlarında ya da okul koridorlarında başlayan zorbalık olgusu, derinlerdeki kökleri sayesinde bireyin gelişim evreleri ile toplumun farklı katmanlarında, farklı biçimlerde kendini gösteriyor. Bu olgu kimi zaman kendinden küçük bir çocuğa zulmeden başka bir çocuk olarak kimi zaman ise toplumsal, siyasal herhangi bir kurum içinde baskı kuran, zorbalık yapan bir yetişkin bedeninde canlanıyor. Sosyal becerileri, empati kurma yetenekleri ve özsaygıları olmayan bireylerin zorbalık davranışları ikili ilişkilerden başlayarak siyasi arenalar da dahil olmak üzere çeşitli sosyal yapılar içinde süregidiyor.

Örneğin, siyasi partilerde veya yerel yönetimlerde, belediye meclis üyeliklerinden sanayi ve ticaret odalarına kadar her türlü yapının içinde adeta kök salan, söz konusu kurumları zorbaca bir baskı altında tutan kişiler buna bir örnek… Bu durum, zorbalığın sadece fiziksel ya da sözel olmadığını, aynı zamanda güç dinamiklerini manipüle ederek baskın bir konumda kalmak için kullanılan bir araç olduğunu da gösteriyor.)

Depremde hırsız müteahhitlerin diktiği kağıttan yapıların altında can verdik; sustuk.

Misafirinden gecelik otuz bin alan ama üç kuruş masraf olacak diye en hayati güvenlik tedbirlerini almayan vicdan yoksunu insanların otelinde çoluk çocuk yanarak can verdik, toplumsal depresyona sürüklendik; sustuk.

Yanlışa yanlış dediler, iktidarla hem fikir olmadıklarını dile getirdiler, program yaptılar, yazı yazdılar, konuştular ve göz altına alındılar, tutuklandılar, işlerinden, yurtlarından oldular; sustuk…

Toprak bütünlüğümüzü, sınırlarımızı, haklarımızı, varlığımızı borçlu olduğumuz bu ülkenin kurucusunun askerleri olduğunuzu haykırdık diye ihraç edildik; sustuk.

Bugün yaşadığımız toplumda boşvermişlik, sadece bireysel bir ihmalkarlık ya da duyarsızlık değil, aynı zamanda toplumun bütününü saran, kök salmış bir hastalıktır. Bu hastalık, kişisel ve kolektif düzeyde sorumluluk duygusunu erozyona uğratır, toplumsal bağları zayıflatır ve koca bir toplumun geleceğini ipotek altına alır. Her birimiz, bu durumun sadece farkında olmakla kalmamalı, aynı zamanda bu kötü alışkanlığı kırmak için aktif adımlar atmalıyız.

Eğer toplum olarak duyarsızlığı ve pasifliği kabullenirsek, bu, sadece bugünümüze değil, aynı zamanda gelecek nesillere miras bırakacağımız dünyaya da zarar verir. Duyarlılık, umut, güven ve sorgulama yeteneği, sağlıklı toplumların temel taşlarıdır. Bu yüzden, yaşanan her olayda, her krizde sorumluluk almak, sorgulamak ve sesimizi yükseltmek zorundayız. Ancak bu şekilde daha adil, duyarlı ve sosyal bağı güçlü bir toplum inşa edebiliriz.

Toplumsal değişim ve iyileşme, ancak kolektif bir uyanış ve aktif katılımla mümkündür. Bu uyanışa öncülük etmek, her birimizin boynunun borcudur.

“Adaletsizlik karşısında tarafsız kalmak, zulmedenin tarafını seçmektir.”

CHP’NİN ÖN SEÇİM ACELECİLİĞİ ve ALTERNATİF BİR CUMHURBAŞKANI ADAYI BELİRLEME ÖNERİSİ

Özgür Özel’in geçen hafta açıkladığı, 1 milyon 600 bin CHP üyesinin katılımıyla online ortamda parti içi ön seçim düzenleyerek Cumhurbaşkanı adayını belirleme kararı (ki dijital ortamda karşılaşacağı olası teknik ve erişim sorunları düşünüldüğünde, sağlıklı bir biçimde oy kullanılmasının mümkün olmadığını, bunun ancak bir siyasi kurnazlık hamlesi olabilceğini bir önceki yazıda belirtmiştim zaten) hem parti içinde hem de kamuoyunda ciddi tartışmaları beraberinde getirdi. Genel başkan Özel, bu kararın, başkanlara danışılarak alındığını iddia etse de, kısa sürede durumun böyle olmadığı anlaşıldı. Mansur Yavaş, ön seçimin çok erken bir tarihte yapılmasının hem partinin enerjisini tüketeceğini hem de toplumu gereksiz yere meşgul edeceğini belirterek, aslında alınan karardan memnun olmadığını söyledi.

Diğer yandan, Kılıçdaroğlu da bu tür bir ön seçimin partiyi kutuplaştıracağını ve sonuç olarak iktidarın işine yarayacağını ifade etti.

İmamoğlu ise kararı güçlü bir şekilde desteklediğini açıkladı. Bu durum, Özgür Özel ve Ekrem İmamoğlu arasında alınmış gibi görünen bir kararın aslında parti içinde yeni bir bölünmüşlük yarattığını göstermesi açısından dikkat çekici. Yani ön seçim kararı aslında Özel ve İmamoğlu arasında alınıyor ve Mansur Yavaş, konuyla ilgili bilgilendirilmiş olsa bile, rızası alınmıyor. Yani ortada bir mutabakat falan yok.

Genel merkezin vermeye çalıştığı “her şey yolunda” mesajlarına rağmen, Çağlayan’da otobüs üstünde İmamoğlu ile Yavaş’ın verdiği ve biraz da olsa partiyi havalandıran parti içi birlik ve beraberlik görüntülerinin ardında, gerçeklerin pek de öyle olmadığı böylece görülmüş oldu.

CHP'nin bu ön seçim kararı, partinin iç dinamiklerindeki zorlukları ve liderlik mücadelelerini de açıkça ortaya koymaktadır. Bugün CHP’de 4 aktör ve 2 taraftan söz etmek mümkün. Bir tarafta Özgür Özel ve İmamoğlu, diğer tarafta Mansur Yavaş ve Kılıçdaroğlu… Ciddi bir bölünmüş yapı ve herkes birbirinden rol çalma peşinde.

Parti içi ön seçimin aceleye getirilmesi, partinin stratejik karar alma süreçlerinde daha fazla düşünülmüş, planlanmış bir yaklaşımın eksikliğini ortaya koyuyor. Sürecin böylesine hızlandırılması, haklı olarak özellikle İmamoğlu'nun adaylığını dayatan bir strateji olarak okunuyor. Bu acelecilik, partinin bütünlüğünü koruma ve iç çatışmaları giderme çabalarıyla çelişiyor. Partinin parçalı yapısını iyileştirmeden ve tüm üyelerin fikir birliğine varmadan atılan bu adımlar, CHP'nin genel seçimlerdeki başarısını da riske atacaktır.

Ortada henüz bir erken seçim kararı bile yokken girilen bu yol, bu aceleci tavır doğmamış çocuğa don biçmek değil de nedir? Üstelik henüz İmamoğlu hakkında açılan davalar neticelenmemişken ve bunlara son olarak, Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek ve ailesiyle ilglii kullandığı ifadeler nedeniyle, “hakaret”, “tehdit” ve “terörle mücadelede görev almış kişileri hedef göstermek” suçlamalarıyla 7 yıla kadar hapis cezası istemiyle açılan dava eklenmişken…

İktidar kanadı İmamoğlu’na dava üstüne dava açmaya devam ederken, (ki bu noktada İmamoğlu isminin iktidar tarafından güçlü görüldüğü, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’a rakip olarak daha zayıf bir isim belirlenmek istendiği, bu nedenle İmamoğlu’nun oyundan çıkarılmaya çalışıldığını söylemek de yanlış olmayacaktır) İmamoğlu’nun siyasi geleceği belirsizliğini korurken yangından mal kaçırır gibi bir online ön seçim kararı almak ne kadar doğru olabilir ki…

Siyasette 24 saatin bile çok uzun bir süre olduğunu unutmamak gerekir. Bugün sırf İmamoğlu’na yol açmak için alınan aceleci kararlar, yarın işleri daha da içinden çıkılmaz hale getirebilir. Cumhurbaşkanı adaylığı için öne çıkacak isimleri şimdiden konsolide etmemek lazım. Özellikle, CHP'nin iki belediye başkanını şimdiden Cumhurbaşkanı adayı olarak öne çıkarması, hem bu şehirlerin insanlarına haksızlık yapmak hem de siyasi stratejilerin öngörülebilirliğini azaltmak anlamına gelecektir. İstanbul ve Ankara gibi büyük kentlerin, büyük siyasi hedefler uğruna göz ardı edilmesi, bu kentlere odaklanılmaması, kente ve kent halkına yapılabilecek en büyük haksızlıktır. Bu durum, sadece mevcut yönetimi değil, aynı zamanda şehrin geleceğini ve bir sonraki yerel yönetimlerde şehri yeniden kazanma şansını da tehlikeye atmaktadır.

Seçim stratejisi olarak, parti içindeki dağınık yapıdan sıyrılarak, ortak akıl ve sağduyu ile hareket etmek büyük önem taşır. Ön seçimlerde partililerin yarısının karşı çıkacağı bir cumhurbaşkanı adayı belirlemek, sadece seçim kazanmayı zorlaştırmakla kalmaz, aynı zamanda parti içindeki bölünmeyi derinleştirerek CHP'nin parlamentodaki gücünü de zayıflatabilir. Herkesin aynı fikirde olması, bir adayda birleşmesi elbette beklenemez, fakat hiç değilse aday, yüzde 60’a yüzde 40 ya da yüzde 70’e yüzde 30 gibi, o bölünmüş görüntüyü bertaraf edecek bir oranla belirlenmelidir.

CHP'nin parlamentoya en az 400 milletvekili ile girmesinin ve parlamenter sisteme dönüşün gerekliliği ortada. Söz konusu milletvekili sayısına ulaşmak için sadece CHP’lilerin oyu yetmeyecektir. (Bunun örneğini son cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanmış olmasına rağmen MHP ile ittifaka mecbur kalan iktidar partisinde görebiliriz) Bu noktada çok daha geniş kitlelerin ikna edilmesi gerekiyor. Bunun için de her şeyden önce “evin içinde” bir düzen tutturmak, parti içi kavgaların son bulması, daha bütünlüklü, birleştirici bir liderlik stratejisi benimsenmesi şart. Türkiye muhalefetini bir araya toplamak, parti içerisindeki bölünmüş yapıyı birleştirmek, Kılıçdaroğlu gibi ilmek ilmek dokuyarak bir bütünlüğe ulaşmak, 400 milletvekili hedefine erişmek için daha olgun bir siyaset mühendisliği, hatta siyaset mühendisliği de yetmez, toplumsal mühendislik şart. CHP’nin aday belirleme süreci tam da bu nedenle şeffaf, açık ve tüm ülke yurttaşlarının meşruiyetini ve haklılığını kabul edeceği biçimde, en geniş mutabakatla kurgulanıp hayata geçirilmeli.

Eğer mevcut cumhurbaşkanlığı sisteminden parlamenter sisteme dönülmek isteniyorsa stratejinin bu şekilde kurulması gerekiyor. Bu yolda, Kılıçdaroğlu’nu yok saymak, görmezden gelmek veya hatır savmak için yüzüne gülmek, doğru değildir. Muhalefetin güçlü ve birleştirici bir ismi olarak Kılıçdaroğlu’nun da sürece gerçek anlamda müdahil olması gereklidir.

Kılıçdaroğlu’nun da dahil olması halinde Kılıçdaroğlu’nun, bugün 3 silahşörler olarak anılan Özel, Yavaş ve İmamoğlu’nun yanında 4. silahşör olarak anılacağı yönünde görüşler mevcut. İmamoğlu ve Yavaş gibi isimlerin siyasi sahnede öne çıkmasına öncülük etmiş bir figür olarak, Kılıçdaroğlu'nun alçakgönüllülüğü ve cesareti, kişisel çıkarlardan çok ülkenin geleceğini önceleyen bir lider profili çiziyor. Bu nedenle, ülkenin geleceği ve menfaati mevzu bahisse, Kılıçdaroğlu, kendisine bu saygıyı göstermemiş olsalar bile söz konusu kişilere karşı bu mütevazılığı gösterecek, üzerine düşeni yapacak cesarette ve alçakgönüllülüktedir.

Zaten kendisi, cumhurbaşkanlığı adaylığı için bir iddiası olmadığını defaatle dile getirmiştir. Ancak olası bir seçimli kurultayda parti genel başkanlığı için mutlaka aday olmalıdır.

Eğer ki evin içerisindeki bu dağınık yapının toparlanması ve meşruiyet sorununun ortadan kalkması, tüm bu parti içi tartışmaların, bölünmüşlüklerin son bulması isteniyorsa önce bir seçimli kurultay kararı alınmalı, kurultay gerçekleştirilmeli ve cumhurbaşkanlığı aday belirleme süreci bunun sonrasına bırakılmalıdır.

Bu süreçte parayla yaptırılan anketlerden, aldatıcı, manipüle edici kamuoyu yoklamalarından medet umulmamalı.

Parti içinde, Kılıçdaroğlu’nun örneğini gösterdiği türden bir bütünlüğün sağlanabilmesi, hem seçim başarısı için hem de Türkiye'nin geleceği için kritik bir öneme sahip.

Eğer İmamoğlu veya Mansur Yavaş bu süreçte cumhurbaşkanı adayı olarak belirlenecekse, bu, tüm partililerin ortak kararıyla, çoğunluğun hemfikir olacağı, üzerinde mutabık kalacağı şekilde gerçekleşmelidir. CHP'nin içindeki bu dinamikler, sadece partinin değil, genel olarak Türk siyasetinin de yönünü belirleyecek niteliktedir.

Benim bu noktada kişisel görüşüm ve formülüm şu şekildedir:

CHP, yukarıda saydığımız nedenlerle seçimli kurultaya muhakkak gitmeli; Kılıçdaroğlu veya bir başkasını genel başkanı olarak seçmeli ve Cumhurbaşkanı adayının belirleneceği süreç bundan sonra, seçilen genel başkanın yönetiminde ve yargının denetiminde gerçekleştirilmelidir.

Cumhurbaşkanı adayının belirleneceği ön seçim ise online değil, hakim huzurunda ve tüm il ve ilçe teşkilatları aracılığıyla ülkenin her yerine sandık konarak somut ve akılcıl bir şekilde gerçekleştirilmelidir. Ön seçime, sadece CHP üyeleri değil, dileyen her yurttaş katılabilmelidir. Sadece CHP teşkilatı da değil, bu fikre katılan diğer muhalefet partilerinin il, ilçe teşkilatları da aynı şekilde sandıkları yurttaşların önüne koyabilir. CHP dışındaki bu muhalefet partileri de, eğer varsa kendi cumhurbaşkanı adaylarını da aynı şekilde bu ön seçime dahil edebilirler. Muhalefet partileriyle bütünleşerek, ortak bir kararla aday belirlemek için bunu yapabilmek önemlidir. CHP’nin cumhurbaşkanı adayını belirleme sürecinde fikir beyan etmek isteyen her bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bu sandıklara gidip oyunu kullanabilmelidir. Bu şekilde yapılacak bir ön seçim neticesinde belirlenen aday da baş tacı edilmelidir.

Bu tarz bir ön seçim, muhalefetin Türkiye yurttaşlarının tümünü sahiplendiğinin de açık bir kanıtı olacaktır. Böylece gelecek olan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde halkın büyük bölümü, kendi belirledikleri adayın arkasında duracak, söz konusu aday sadece CHP’nin değil, Türkiye’nin adayı olacaktır.

Böylesine yenilikçi ve demokratik bir yöntemle aday belirledikten sonra CHP’nin seçimlerde en az 400 milletvekiliyle parlamentoya gireceğine inanıyorum. Bu şekilde parlamenter rejime dönüş mümkün olacaktır. Tüm ülke halkına yaptırılan ön seçimde ortaya çıkan sıralamaya göre de ikinci sıradaki aday başbakan, üçüncü sıradaki aday ise meclis başkanı yapılabilir. Böylece kaybedenin olmadığı bir ön seçim süreci yaşanmış olur ve bölünmemiş, parçalanmamış, birlik beraberlik içinde bir yapı içerisinde cumhurbaşkanlığı seçimine gidilebilir.

CHP, Türkiye’deki muhalefetle gerçek anlamda bütünleşmek ve tüm toplumu kucaklayabilmek istiyorsa tarihe geçecek böylesine demokratik ve katılımcı bir yöntemi uygulayacak özveriyi göstermelidir.

***

Bu sırada, İstanbul Milletvekili Cemal Enginyurt'un CHP'ye katılmasının ardından yaptığı açıklamalar ve bunun sonucunda başlatılan soruşturma, Türk siyasetindeki gergin atmosferin, iktidarın “kendisinden olmayan” tüm fikirleri ortadan kaldırma yemininin süregittiğinin son örneği.

Enginyurt, “CHP’lilerin helal oylarını haram etmek olmaz; onların oyları sayesinde Meclis’e girdim,” diyerek CHP’ye katıldı. Ayağının tozuyla kürsüde yaptığı konuşmada "Başımızdaki adam... ya benimsin ya kara toprağın demek istiyor... Ne sizin olacağız, ne de kara toprağın, Mustafa Kemal’e asker olacağız..." şeklindeki sözleri ve devamında Erdoğan’a yönelik yaptığı eleştirilerle ilgili olarak hakkında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından, Cumhurbaşkanına hakaret ve tehdit suçlarından soruşturma başlatıldı.

Şaşırdık mı? Hayır.

Ne yazık ki bu tür olaylar, Türkiye'deki siyasi atmosferin giderek daha fazla kutuplaştığını ve iktidarın muhalefeti susturma eğiliminin, aslında eğiilim hafif kalır; adeta “yemininin” hız kesmeden süregittiğini gösteriyor…

Sadık ÇELİK

[email protected]