Sevgili okurlarım…
Geçen hafta söz verdiğim üzere, Çanakkaleli Frida’nın hikayesine devam ediyorum. Aslında Türkiye’nin yakın tarihinden kesitleri aktarıyorum. Bunu da yaşananlardan ders çıkaralım, birlikte yaşamanın hepimizi daha mutlu edeceğine, daha müreffeh bir hayat yaşayacağımıza olan inancım çok kuvvetli olduğu için önemsiyorum.
Biz yine Frida’ya dönelim… Çektiği onca zorluklara, ölüm tehlikelerine, aşağılanmalara rağmen bir saniye bile bu ülkeden umudunu kesmeyen, Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk sevgisini her daim kalbinin derinliklerinde hisseden annemin hikayesine devam edelim.
Onu ve ailesini en son Beyoğlu’nda kayınpederinin 2 odalı evinde bırakmıştık. Kardeşlerim henüz yoktu, ben de ilk evlat olmanın tadını çıkarıyordum muhtemelen…
Geçen yıllar acıları unutturmuş, 1950’lerde Frida ve ailesi hem genişlemiş hem de mali olarak daha iyi bir konuma gelmişti. Burgazada’da bir yazlık kiralamışlardı. Ada'da üç bakkal vardı. Bizim ev Orhan Bakkal'ın üst katındaydı. 2 oda bir sofa, küçük ama şirin bir evdi. Burgazada küçük bir yerleşim yeriydi. Herkes birbirini tanır, köyün tek kahvesinde çay, kahve içer, tavla ve kâğıt oynarlardı. Kimsenin dinine, diline karışılmazdı. Esasen Burgazada bir büyük aile gibiydi.
Evimiz sahile yaklaşık 50 metre kadar uzaklıktaydı Günümüz sabahtan aklaşama kadar Deniz Kulübü'nün hemen yanındaki plajda geçerdi çoğunlukla. Bir de haftada bir yaptığımız hayli çekişmeli geçen futbol maçının tadına doyulmazdı. Ada nüfusunun yüzde 70’i Rum’du. Takımlarının ismi Kartal Spor’du. Azınlıkta olan Müslüman ve Yahudilerin ortaklaşa kurduğu takımın ismi ise Şahin Spor’du. Yenilen takım mızıkçılık yapar, hararetli tartışmalar yaşanırdı ama bir sonraki hafta yine top oynardık mecburen. Çünkü nüfus bir hayli azdı, başka da takım yoktu!..
Keyifli günler geçiriyorduk. 1955 eylülünde bir sabah annemin hazırladığı kahvaltıyı yaptık hep birlikte. Sonra her zaman olduğu gibi babamı Tahtakale’deki elektrik malzemeleri sattığı dükkâna uğurlamak üzere iskeleye kadar eşlik ettim. Eminönü vapuru az sonra babamın da olduğu yolcularıyla birlikte ayrıldı iskeleden.
Ben de ev doğru yürüyordum ki denizden gelen ve bir canavarın hırlamasını andıran ürkütücü bir ses geldi kulağıma. Deniz siyah karaltılarla doluydu ve gittikçe yaklaşıyorlardı. Puslu hava, motorların çıkardığı ses ve karaltılar bende “Denizden canavarlar mı geliyor” endişesi yaratmıştı. Ama merakımdan da gidemedim kaldım orada.
Biraz sonra o karaltıların hıncahınç insan dolu motorlar ve mavnalar olduğunu gördük. Bize doğru yaklaşıyorlardı. Hiçbir anlam verememiştim çocuk aklımla. Seyretmeye devam ediyordum ki Heybeliada istikametinden gelen bir hücumbot iskeleye demir attı. Beyazlar içindeki bahriyeli askerler koşar adım inip iskele boyunca sıralandılar. Silahları çıkardılar, eller de tetikteydi. Mavnalar iyice yaklaşmıştı. Bahriyelilerin başındaki komutan en geçip elindeki megafonla denizden gelen güruha seslendi:
“Daha fazla yaklaşmayın. Talimat kesin… Adaya çıkmanız yasak. Beni ateş emri vermeye zorlamayın…”
Bu sözleri birkaç kez tekrarladı komutan. Sonra baktım askerlerin yanına muhtar, manav, bakkal kısacası adanın tüm esnafı gelmişti. Bazıları silahlıydı üstelik. Ve o mavnalar Burgazada’yı es geçip Büyükada’ya yöneldiler.
Sonradan öğrendim mavnalarla gelenlerin yağmacı olduğunu. Biz 6-7 Eylül utanç günlerini o bahriyeliler ve adanın Müslüman-Yahudi-Rum sakinlerinin birliği-dostluğu sayesinde ucuz atlatmıştık.
Öfkeli kötülük güruhu, bahriyeliler sayesinde Heybeliada ve Kınalıada’ya da girememişti. Ama Büyükada yağmadan kurtulamadı. Müslüman esnaf da dahil çarşıdaki dükkanlar yağmalanmıştı. Fenerbahçe’nin ve milli takımın en ünlü ismi Lefter Küçükandonyadis’in evinin de saldırıya uğradığını, taşlandığını, ailesiyle beraber linç edilmekten Adalı Müslümanların müdahalesi ve olaylar bitene kadar evinin etrafında nöbet tutmaları sayesinde kurtulduğunu öğrendik.
Ama asıl vahşet Beyoğlu’nda yaşanmıştı. 1955 yılının 6-7 Eylül günleri, İstanbul’un birçok semtinde gayrimüslimlerin evlerine, dükkanlarına, kilise ve havralarına saldırılmış ve yağmalar yapılmıştı. Bu olayların nasıl başladığı, bu yağmanın ve vahşetin nasıl planlandığıyla ilgili Konumuz bu değil, detaya çok girmeyeceğim. Ancak, adını aldığım büyükbabamın (İsak Debehar) anlattıklarını sizlerle paylaşmak istiyorum.
Büyükbabamın Beyoğlu’nda bir terzi atölyesi vardı. Dikiş makinelerinin ayakla aşağı yukarı ittirince çalışan platformuna basıp makaraların dönmesini, iğnenin hareketlenmesini izlemek çok hoşuma giderdi. Bir de makinenin çıkardığı ses… O meşum olayların yatışmasının ardından atölyesine giden büyükbabam büyük bir şok yaşamıştı. Her taraf talan edilmiş, kırılmadık, dökülmedik yer kalmamıştı. Akşam adaya döndüğünde bize, “Nasıl olsa emekli olacaktım. Bu olay vesile oldu. Bir daha dükkânı açmam. Ama daha yeni aldığım, giymeye fırsat dahi bulamadığım gıcır gıcır bir çift ayakkabını almışlar yerine dikişleri atmış, köselesi delik bir ayakkabı bırakmışlar, atölyeden çok buna üzüldüm” dedi. Yaşadığı süre boyunca atölyeden pek bahsetmedi ama her fırsatta o ayakkabıları anlattı…
İşte bu zor günlerde de ailenin direği Frida’ydı. Babamdan haber alamadığı için korkmuş, endişelenmişti. Yine de bu duygularını bizlere pek yansıtmadı. Babam akşam vapuruyla eve döndüğünde, yağmacıların Tahtakale’ye giremediğini öğrendik. Çünkü oradaki İşhanlarında Kürt hamallar çalışırdı. Hamalların başında da Kolbaşı denilen bir nevi amirleri olurdu. Sanıyorum bunlardan çekindikleri için yağmacılar Tahtakale’ye uğramamış ve bizim dükkân büyükbabamınkiyle aynı akıbetten kurtulmuştu. Annem de rahatlamıştı bu kader kötü haberin yanında gelen bu iyi haberle…
Hayatı boyunca ne badireler atlatan Frida’nın soğukkanlılığı ve lider yapısı sayesinde aile o şoku çabuk atlattı. Yüreğindeki insan sevgisi ve ihtiyacı olanın yardımına koşma hevesi hiç eksilmedi. Ölene kadar, muhtarın karısı Melek Hanım ile “Abla-kardeş ilişkisi devam etti. O güzel ilişkiler ve Frida’nın dik ve vakur duruşu sayesinde o kötü günleri kısa sürede geride bıraktık. Yine halk plajında yüzdük, iskelede gezindik, Ada'nın yollarını birlikte aşındırdık, beraber büyüdük. O kadar köklü dostluklar kurmuşuz ki hala görüştüklerim var içlerinde...
Sevgili okurlarım henüz küçük bir çocukken Burgazada’da şahit olduklarım gerçek Türkiye idi. Ben o günden beri gerçek Türkiye’nin dil-din farkı gözetmeden gerçekleşen bu dayanışma olduğunu düşünüyorum. Her ortamda bu ahengin olmasını temenni ediyorum. Ülkemizin tüm bu farklılıkların birleşmesi ile çok daha zengin ve çok daha sevgi dolu olacağına tüm kalbimle inanıyorum. Böylece Atatürk’ün dediği gibi tüm dünyada muasır medeniyetler seviyesine ulaşan ülkeler arasında yerimizi alacağımıza inanıyorum.
Saygı ve sevgilerimle…
Bu toprakların yüz karası fotoğraflarından yansımalar. Tabii esas olan yaşayanın bildiği hep deriz ya herkes kapısını kapatıyor akşam olunca ama içeride ne olduğunu ancak kendi biliyor. KocaMustafaPaşa yani Samatya'liyım, o güzel insanların birbirleri ile ne kadar dost ne kadar samimi birliktelik oluşturduğunun son demlerine yetişmiş olsam da ne zaman birbirimizi ayrıştırmaya çalıştıklarında gerek o renkli yumurtaları, güzelim paskalyayı gerek hamursuzu anımsarım. Ve o güzel insanların nereli olduğunu hiç birbirine sormadan efsane dostluklarını...Emeğinize sağlık!
Yazinizi okurken akici anlatimla sanki bende orada idim. Bilgileri anilari paylasiyor olmak ,tarihi yasanilanlari teyit etmek cok onemli ... Emeginize saglik
Sevgili Nino, Çanakkale ve Burgaz yazıların muhteşem.Okudukça kendimi yazıların içinde buldum.Ellerine kalemine sağlık. Yeni yazılarını merakla bekliyorum. Sağlıcakla kal.
Ben de küçük yaşta olmama rağmen hala zihnimdedir..Beyoğlu’nun tam ortasındaki bir binada oturuyorduk ve yaşananları bire bir gördük..çok acı vericiydi..Sayın Nino yazmaya devam edin,zevkle okuyoruz..sevgiler…
Sevgili Nino , Frida’nın hikayesinden sonra seni kendime daha yakın hissediyorum ..Çanakkale musevilerle bir büyük aile olarak yaşadık....
Sevgili Nino, Müthiş üslubun sayesinde adeta oradaymışım gibi hissettim. Kalemine sağlık. Bir kez daha tekrarlamak isterim ki Frida muhteşem bir kadındı. Yaşı ilerlediğinde dahi hemen hemen her konuda güncelliğini koruyan, entellektüelliği ile hepimizi kendisine hayran bırakan bir karakterdi. Işıklar içinde olsun.
Güruh da sessizce geçti, gitti. O günü hatırlar, hala ürperirim.